17 Temmuz 2017 Pazartesi

Khantura 2007-2012

Bugün 15 Aralık 2012 ve ben bu satırları tir tir titreyerek yazıyorum sana. Titrememin sebebi ne soğuk ne de vücuduma ilişmiş olan başka bir fizyolojik sebep değil. Sebep benim yani Khantura'nın birazdan yok olacak olması.
Bugüne kadar birçok şey dile getirdim. Doğru analiz ettiğimi düşündüğüm şeyleri sana aktarmaya çalıştım. Benim ortaya çıkmama vesile olan şahsın hata yapma ihtimali olmasına rağmen, benim olmayacağını bile iddia ettim; hatta buna o şahsı da inandırdım.
O kadar çok eleştirme meraklısıydım ki, kör oldum; kendi hatalarımı göremez oldum. Sadece kendime değil, madden ve manen var olan bir şahsa da yapmadığımı bırakmamış oldum bu yüzden. Kendim madden vücut bulmadım hiçbir zaman, ama insandan olma bir insanın fikrini de bedenini de içten içe zehirlemiş oldum. Hataları hep onun üzerine attım, övgüleri kendime aldım.
Durumu az çok ifade edebildiğimi düşünüyorum, onun için daha fazla uzatmayacağım.
Bundan sonra "Khantura" ismi sadece blogun adresinde, bu adın verildiği hesaplarda ve bundan önceki yazıların altında kalacak. Bundan sonra eğer yazı yazılırsa altına farklı bir kişinin, yani beni ortaya atan asıl şahsın imzası atılacaktır muhtemelen.
Kendime ait kısma gelince, eğer şahsımdan edindiğin bir şey varsa hepsini unut, ortada objektif bir durum varsa analiz et, ondan sonra eğer ihtiyacın olan bir şey kalırsa yalnızca ve yalnızca onu al.
Hepinizden özür dilerim. Ayrıca arkadaşlığını kaybetmek gibi çok büyük bir bedel ödeyerek, yine çok büyük bir ders aldığım arkadaşımdan özür diliyorum.
Elveda,
Khantura
2007-2012

Şüphecilik Mi, Paranoyaklık Mı?

Düşünsel farklılıkların yanında; kültürel, sosyal, geleneksel farklılıkların da olduğu bir toplumun içinde yazıyoruz. İster istemez fikir ayrılıkları ve anlaşmazlıklar oluyor. Bu hayatımızın bir parçası şimdilik bunu bir kenara bırakalım.

Ben kendimi hep takıntılı ve ayrıntıcı bulurum. Her işin altında bir şeyler aramak şüpheci olmak benim kanımda var galiba. Çünkü öne sürülen düşüncenin bir art bölgesi yani sağlam bir alt yapısı yoksa doğal olarak inanılacak ve destekleyecek bir yanı da yoktur bana göre. Bu yüzden önce fikri benimser düşünsel olarak uygularım. Ardından sorular sorarım: Bu neden böyle, şu özellik nerden geliyor, burada neden böyle bir yol izlenmiş?... vs. vs. Yapılması gereken de budur bana göre. Ben bunu bilir bunu söylerim.

Paranoyaklık olarak algılayanlar olacaktır mutlaka bu söylediklerimi ama dünya üzerinde çok zeki insanlar var ve bu insanlar boş durmuyor. Kitlesel olarak insanları etkileme ve yön verme çabası içindeler. İnternette küçük araştırmalar yaparsanız, özellikle reklamların insanların bilinçaltında nasıl yer ettiğine dair birçok örnek bulabilirsiniz.

Tabii böyle bir yöntemin bulunup da sadece reklamların içinde, yalnızda ürün satmak için kullanılması mantıksız olmaz mı sizce de? Bu zihinler bunları insanları kitlesel ikna süreçlerine sokmak için kullanamaz veya inandıkları şeyler uğruna kullanamazlar mı?

Buna dair iki örnek vereyim:

1. Bir inanışa mensup birini düşünün. İnanç bahsettiğimiz. Onu doğru olduğu için benimser değil mi? Örnekler sunar doğru olduğuna dair, uğruna her şeyini verecek duruma gelir. Ve doğru olduğuna inandığı için de herkesin onu benimsemesini ister değil mi?

2. Ya da kitleleri yönetmek isteyen bir güç düşünün. Kesinlikle çok zeki insanlar var. Her konuda kolay kolay ikna olmayacak, doğru soruları doğru yerde soracak insanlar. Onları yönetmektir zor olan. Tabiri caizse avuç içine almak zordur onları. Ve bahsettiğimiz güç onlar için de hamle yapmak zorunda değil mi?

Evet bu iki örnekte bahsettiğimiz kişi veya kişiler insanlara bir şeyleri benimsetmek isterler. Bunu yapmak gerçekten zordur ve direk olarak aktaramazlar her şeyi. Bunun için bilinçaltına yer edecek resim, görüntü, yazı gibi şeyleri sonuna kadar kullanırlar.

Sosyal varlıklarız. Bunları hayatın içine minik minik serpiştirmek hiç de zor olmasa gerek. İzlediğimiz dizide, filmde, reklamda; okuduğumuz dergide, gazetede, kitapta; baktığımız resimde bunların emmarelerini görmek hep mümkün olacaktır.

Yaklaşık bir sene önce bu membaın içinde çalışan yani basın yayın sektöründe olan birisine şu soruyu sormuştum: Her gün insanlarla etkileşim halindeyiz. Birçok şey paylaşıyoruz. En ufak bir konuda birbirimizi ikna etmeye çalışırken, koca basın-yayın şirketlerinin veya organizasyonların bize bir şeyleri aşılamak istediğini düşünerek ben mi paranoyaklık yapıyorum yoksa sizce doğru yolda mıyım?

Mesleği sunuculuk olan bayanın verdiği cevap gayet açık ve netti: Evet düşünsel etkilerin yaygın olduğu hayatımızda şüpheci olmak kesinlikle paranoyaklık değil, asla gördüklerinize, duyduklarınıza akıl süzgecinizden geçirmeden inanmayın. Her insan hata yapar, aktarılan her şeyde mutlaka boşluklar vardır.

Varacağım nokta şu elbette böyle etkilerin varlığını bilip bir köşeye çekilmek biz akıl sahibi insanların yapacağı bir şey değil. Bu yüzden çevreyi algılarken dikkatli olmalı, akıl filtremizi sürekli açık tutmalıyız.

Farklılık Derken Öyle Değil

Selam okuyucu. Uzun zamandır yazmıyorum farkındayım ama bu zaman sürecinde yine her zaman olduğu gibi kafamda birçok şey kurguladım. Yine acıyan insanlar oldu bana, yine yaftalayanlar.
İnsanımızı anlamakta zorluk çekmiyorum artık. Çünkü varacağı yer buydu kitlesel psikolojimizin. Her şeyi bir yerlere bağlama, hep bir bit yeniği arama, kendi düşüncelerinden başka ihtimaller olduğunu düşünememe hepimizin zaman zaman hastalığı olmuştur, olacaktır da. Bunu ortadan kaldırmaya imkan yok, olmamalı da. Bazen farklılıkları görmek için bu taşımlar gerebiliyor çünkü.
Farklılık derken bahsettiğim şey üstünlük değil, bunu da anlayamayanlar olur, farklı oldun, üstün olacaksın diye bir kaide yok. Burda bahsettiğim farklılık, bildiğin farklılık işte. Sözlük anlamıyla farklılık. Ama insanlar bunu asık suratlı mavi smileyler içinde gülen sarı bir smiley olarak düşündükleri için, farklılık onlara üstün geliyor.

Ki bunun olmasının farklı bir sebebi daha var.
Farklı olmak yanlış yapmayı da beraberinde getirir dostum. Eleştirilebilirsin, yaftalanabilirsin, kenara itilebilirsin. Hatta insanlar senin beyninden geçen binlerce impulsu görmezden gelerek kendi miniminnacık, yalnız gezen impulslarını sana hiç bilmediğin bir şey gibi de sunmaya çalışabilirler. Sana en çok koyan da bu olur zaten.
"Heh ben farklı oldum artık insanlar beni el üstünde tutar, sokakta yürürken "bu bilmem kim değil mi?" diyerek selam verir hürmet eder." Diye bir beklentin varsa zaten mevzudan bihabersin demektir.
Farklılık nedir dostum biliyo musun? Farklılık sınıfa öğretmen soru sorduğunda herkes bir şıkkı seçerken senin diğer şıkkı seçmendir. Şansın görünürde %50 olsa da, yanlış yapsan da, farklı bir yorumun vardır ve farklısındır. Bil ki orda yanlış yapsan da o sana büyük bir artı olarak dönecektir.
Burda bahsettiğim mevzular gözle görülür şeyler değil dostum. Olmayacak da zaten. Olursa sorun olur. "Al benim farkım bu dersen abes olmaz mı sence de?
İşte bunun için farklılığın kendisi de, senin farkın da göreceli olarak kalır.
Sen fıçının içinde yaşarken: "Al sana farklılık, farklı oldun da iyi mi oldu?" derler.
Bunun için dostum, hani senin süzgecin var ya, her düşünceyi incelerken kullandığın; işte onu insanları dinlerken de kullan. Kullan ki kimse seni eleştireyim derken, öz benliğine, değer yargılarına dokunamasın.
Dokunamasın ki sen de hayatında kıstas olarak belirlediğin şeylerden ödün verme. Yoksa benim gibi her şeyi düşünürken ruhundan da, fiziğinden de parçalar dökülür. Ruhun yaşlanır, bedenin isyan eder.
Bunu bi düşün, ölç biç. Fikrin, söylemek istediğin bir şey varsa da bana ulaş. Ben buralardayım.
Söylediklerimle sana acemice de olsa bir şeyler sunabilmek, yardımcı olabilmek amacım. Başarılı olabiliyorsam ne mutlu bana.
Sevgilerimle.

Doğru Ama Hangi Doğru?

Selam okuyucu,
Uzun süredir buralarda yokum biliyorum. İnan seni çok düşünür oldum, içim içimi yiyor ama yazıya dökemiyorum. Bunalıyorum, sıkılıyorum nereden başlayacağımı bilemiyorum.
Çünkü şurdan uzak kaldığım zaman içinde, belki daha önce de seninle üzerine konuştuğumuz, belki de tozlu raflarda uzun süredir bekleyen mevzular birer birer serildi önüme.
Belli ki bunlardan bahsetmek lazım.
İnsanlar ne olduğunu unutmuş okuyucu, şimdi unutturuldu, şöyle oldu, böyle yapıldı mevzusuna girmeyeceğim sana karşı buna başka bir zaman değiniriz yine birlikte.
Bugün değinmek istediğim insanların göz göre göre bunu yapmaları. Peki neden? Her zaman bahsettiğimiz mevzu yine: Kibir, subjektif bakış açıları vs.
Peki neden objektif olmak bu kadar zor? Neden insanlar taraf tutmak zorundalar?
Bunu şöyle algılamanı istemem, elbette yaşantılar içinde tercihler yapılacaktır, insan aklı ve kalbi mutlaka bir tarafa yatkınlık hisseder bahsettiğim bu değil. Bahsettiğim insanın kendi içinde objektif olması.
Bu o kadar zor olmamalı bir insan için. Zor oluyorsa durup bir ne yaptığına bakmalı. "Ben ne yapıyorum?" demeli.
Sor bana: "Sen yaptın mı da bana soruyorsun?" de hakkın var. Sorduysan helal olsun. Adresini ver elini öpmeye geleyim :))
Ben yapmadım açıkçası, çünkü ben zaten bunun bir ürünüyüm. Burdan sonrasını dilersen benden değil de zihninde bana yer veren kişiden birlikte dinleyelim:
"İnsan her zaman olmasa da bazı zamanlarda olaylara objektif bakmakta sıkıntı çekebiliyor. Özellikle duygusal ağırlıklı durumlarda bu böyle. Benim de birçok insan gibi duygusal açıdan fazlasıyla hassaslaştığım dönemler oldu. Şizofren işi gibi gelse de böyle zamanlarda insan, kendine uzaktan başka birisinin gözünden bakabilmeyi fazlasıyla diliyor. Ben de bir kişi hayal ettim. Belki hiçbir zaman ete kemiğe bürünemeyecek fakat benim için anlam ifade edecek biri. Khantura, böyle doğdu. Belki o bile bazı insanlara fazlasıyla subjektif gelecektir ama en azından benim açımdan bazı gerçekleri gayet net bir şekilde açığa vurabiliyor. Bana "Vay be gerçekten de öyle dedirtebiliyor. Evet, Khantura bana: "Ben ne yapıyorum?" sorusunu sordurtuyor. Bu konuda bu fikri bulabilmiş olmamdan ötürü kendime ve bana yol göstermesinden ötürü Khantura'ya minnettarım."
Neden insanın kendini sorgulamasına değindim peki? Eğer insanlar sürekli kendilerini sorgulayıp çevrelerinde olup bitenlere göz yumsalardı, bu kez çevrenize bir bakın ne olup bitiyor diyecektim. Demek ki şimdi bu durumun tam tersi bir durum var.
İnsanımız eleştirir olmuş, kendinden başka herkesi hem de. Bir mevzu ona yanlış anlatılmıştır, o asla yanlış anlamaz. Bir mevzuda o doğru bilir, asla hata yapmaz. Eğer onun odak olduğunu düşünmesini sağlayacak bir durum varsa, kesin ona ithafen yazılır. Birinin morali bozulsa bile kesin onun yüzünden bozulur. Kimsenin ondan başka derdi tasası olmaz.
Geçen buna dair birkaç satır da paylaşmıştım. Şimdi de sana ileteyim:
İnsanlık tarihi için kısa sayılabilecek bir süre önce dünyanın yuvarlak olduğunu, evrenin merkezinde bulunmadığını söyleyen insanlar, insanoğlu tarafından suçlanarak idama mahkum edildi. Çünkü kimse hata yaptığına, evrenin kendi çevresinde dönmediğine inanmak istemez.
Neyse okuyucum seni daha fazla yormayayım şimdilik sen zaten anlıyorsun benim ne demek istediğimi her zaman. Ama bir gün gelir de sen de bahsettiğimiz hatalara düşmeye meyledersen inşallah, o zaman sana bir nebze yardımcı olabilmiş olduğumu sen de ben de hissederiz.
Sevgilerimle.

Benden, Sadece Benden



Yine ben yine sen sayın okuyucu. Bugün yazımı yazarken yine biraz dertleşeceğiz, yine bazılarının yaralarına parmak basacağız, yine birileri yaftalamaya devam edecek ve yine birileri bizlere isimler takarak, bir şey yaptıklarını sanacaklar. Neyse boş verelim, gelelim konumuza.

Bugün yine kendimden bahsedeceğim sana, farklı bir durum yok yani, hatta yine mi dersen bırak git okumayla uğraşma. Gözlerini yormuş olursun.

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum; ben hiçbir şey bilmiyorum veya her şeyi biliyorum demeyeceğim. Bildiğim şeyler var, bilmediklerimden çok çok az olsa da. Ama bu yüzden kimseyi geride bırakamam, eğer bazı kanılara vardıysam, bunları "beni dinlemek isteyen" insanlara duyurmak isterim. Kimse bundan gocunmasın. Bazılarının dediği gibi kalıplar yok bu dünyada. Jenga oynamıyoruz burda. Her şey soyut, sürekli gözlemleyen ve hüküm veren büyük bilincin dışında, müdahil olup göçen sınırlı idrakler var. Ve bu idrakler etkileşim içinde. Kim ne derse desin.

"Ben bilmiyorum zaten, sen biliyorsun, sen anlat." diyerek hava atacak ve aynı zamanda elimizdeki koru başkalarına fırlatacak değiliz.

Sınırlı idrakimiz, bu kadar basit, kesin hükümler verme şansımız - zoruna gitse de - pek de yüksek değil. Bu yüzden zaten "Ameller niyetlere göredir.". Eğer öyle olmasaydı, bizim kendi aramızda da Allah katındaki hükümler geçerli olsaydı, işimiz fazlasıyla zor olurdu.

Ama O büyük merhamet abidesi, bizim sınırlı idrakimizi katı kurallarla çevrelememiş, bu sayede bizim O'ndaki yüce merhameti görmemiz için bir şans doğmuştur.

Nerden nereye geldik değil mi? Neyse kendimden bahsedecektim.

Farklı olduğumu düşündüm çoğu zaman, insanlar beni anlamıyor dedim. Tercihlerini çok da dine düşkünlükten muhafazakarlıktan yana kullanmayan kişiler bana, "cemaatçi, geri kafalı" gibi isimler taktılar.

Çevremdeki bazı kişiler fikirlerimi saçma bulup "salak, geri zekalı" dediler. Bazı kalıpları benimsemiş, o kalıplar dışındaki her şeyi yanlış bulan kişiler ise "havai, adam olmaz, Allah affetsin, asıl sen kalıplara girmişsin, aferin sen daha iyi biliyosun" gibi iğneleyici ithamlarda bulundular. Hepsinin iddiası - şimdi sorsan inkar ederler - kendilerinin doğru yolda olduğuydu. Ben kendim doğruyum demedim hiçbir zaman.

Yardımcı oluyorum soranlara dedim, kendi tercihlerim dedim, "doğru bildiğimi" uyguluyorum dedim. Ama onlar bundan kendimin doğru olduğumu iddia ettiğim kanısını çıkardılar.

Hüküm onlarındı karar onlarındı. Hükmü onlar verdi, yaftayı onlar yaptı. Bana yapacak bir şey kalmadı.

Ama istemeden bir şey yaptım. Derdimi anlatamamak içime oturdu çoğu zaman. Çünkü benim kalıplara girmiş halimin, onların özgür zihinlerine kendini anlatma fırsatı yoktu, olmadı da. İçime attım.

Önce daha önce sahip olduğum migrenim şiddetlendi, nöbetlerim sıklaştı. Ardından ani yüksek tansiyon edindim, ve son olarak da midemde gastrit baş gösterdi.

Hiçbirinin ilksel sebebi yaşam düzenim veya tercihlerim olmadı. İçime atmak ve stresin sonucuydu bunlar.

Evet sayın okuyucu bana da çok söylenilen bir tavsiyede bulunayım sana. Ben beceremedim bunu ama belki sen yaparsın. Sakın ha senin hakkında birileri rahatça hüküm verebiliyorsa kulak asma. Kendin ol, doğru bildiğin yolda devam et. Eminim yollarımız sıkça kesişecektir :)

Sevgilerimle.

Tercihlerden Ziyade...

Yine gece yine ben arkadaşım. Bu sosyal paylaşımlara baktıkça yazasım geliyo. Hatta senin haberin yokken kaç kere şu sayfayı açıp boş boş bakarak kapattım bilemezsin. Neyse ki şimdi yazmaya niyetlendim ve burdayım. Her zamanki gibi asıl konuya girmeden önce hatırlatmalarım olacak sana.
Öncelikle bu yazı kimsenin yargılarını sorgular nitelikte olmayacak. Kimseyi dini, ideolojik, düşünsel seçimlerinden ötürü kınamayacak, yazımı okumayı bitirdiğinde neden bahsettiğimi senin kıvrak zekan anlayacaktır, bu yüzden şimdi ayrıntıya girme ihtiyacı hissetmiyorum.
Herkesin müzik dinlerken tercihi farklıdır. Bir tablo, bir çizim her kişide farklı duygular uyandırabilir. Farklı yiyeceklerdir tercihlerimiz, farklı tatları severiz. Gözlerimiz farklı renkleri seçer çevremizde, herkesin farklı skalası varmış gibi. Herkes farklı şeyler okur, hatta kimisi okumaz. Kimisi göksel inancı benimser, başkası senin benim gibi bir insanın öğretisini tercih eder, kimisi hiçbir inanışı benimsemez, bu da bir tercihtir ve saygı duymayı gerektirir.
Buraya kadar herhangi bir noktaya pek kimsenin karşı çıkacağını düşünmüyorum. Gelelim zurnanın solo attığı yere.
Tercih noktasında kimsenin kimseyle sıkıntısı yok değil mi? Olan varsa bana söyleyin, kendi aranızda konuşmayın arkadaşım ehe ehe :)
Gel gelelim şöyle bir durum var ki bu beni rahatsız ediyor. Bir kişi herhangi bir olayı eleştirir veya genel kanılar tarafından eleştirilecek bir düşünceyi benimseyebilir. Pornografik bir filmi çok dahiyane düşünülmüş bir sanat eseri olarak görebilir, bize hiçbir şey demek düşmez. Öyle düşünüyordur kendi tercihidir. Belki de bunu yaymaya dağıtmaya çalışıyordur bucak bucak. Ama bunu diyen adam iki dakika sonra ben de müslümanım şöyle inanıyorum böyle inanıyorum ayrım yapmayın falan ayaklarına girerse basarım şamarı, hiç de acımam. Birinden birini söylersin amenna, ama ikisini birden söylüyorsan kusura bakma da biraz ikili oynuyosun arkadaşım.
Ahlaktan bahsederken yine böyle bir mevzu olmuştu. Herkes düşüncelerini aktarıyordu. Daha önce dinden ahkam kesen bir arkadaş lafa girdi: "Kime göre neye göre ahlak hocam, eskimolarda da böyle böyle bir gelenek var. Şimdi hangisi doğru?" gibi bir konuşma yaptı.
Şimdi arkadaşım senin benimsediğinin adı "inanç" ise böyle bir durumda -en azından senin için- hangisinin doğru olduğunu bilmen lazım. Böyle ortalığa yem atarak milletin aklını karıştırmaya niyetin varsa sen biraz daha düşün istersen, "Ne yapıyorum ben?" diye.
Yollar farklıdır, kişilikler farklı, ama bir ordan bir burdan çiçekten çiçeğe gezersen durum biraz karışır bana göre.
İyi çevre yapar fazlasıyla popüler olursun ama, pek de güvenilir bir karakter olacağına garanti veremem.
Neyse bu gece biraz fazla dobra oldu galiba. Olsun be, biz bizeyiz nasıl olsa değil mi? :)
Biraz laflamış olduk.
Ayrıca, biraz karşımda birisi varmış gibi hitap ederek, konuştum üzerine alınma okuyucu, sen de ben de seni iyi biliyoruz.
Sevgilerimle.

Süzgeç

Nedense düşünce de tekerrürden ibaret geliyor bu aralar. Gördüğüm rüyanın ardından düştü bu kafama. Hâlâ da söylüyorum. Artık bu dünyada sözler değil isimler para ediyor. Gerçekten bu böyle.
Bas bas bağırıyoruz. Ben ve benimle paralel konuşan bi dolu adam. (Adam demişken kimse cinsiyet olayına girmez diye düşünüyorum. Sorusu olan mail atsın.) Kitabı olan, daha önce edindiği yerden ötürü kürsülere çıkıp konuşan, para bayılıp dinlenilen bi dolu insan var. İçlerinde doğru konuşanlar yok mu? Elbette var. Ama şu saplantı olmamalı insanda: "He o mu söylüyo? Kesin doğrudur." Yok böyle bir şey arkadaş. Konuşmak mavzu bahis ise kimsenin söylediğini öylece çekip almayacaksın.
Bunu bir art niyete karşı savunma olarak görmeyin. Bunun sebebi insanın fıtratıdır. Dilin kemiği yok ve herkes her an konuşur. Bu da dünyayı kocaman bir kazan, sesleri de kocaman bir çorba yapar. Bu çorbada her türlü şey var. Pislik de var, nur da var, farklı tatlar da.
Bu çorbadan hepimiz içiyoruz. İçmek zorundayız. İlim insanoğluna farz kılınmıştır. Elbette öğreneceğiz.
Ama bir mesele marifet burda. Süzgeç kullanmak lazım. Akıl süzgeci. Ne çok da süzgeçten bahsettim değil mi ?
Süzgeç önemli okuyucum. (Nedense süzgeç dedikçe aklıma demlik süzgeci geliyo ya ehe ehe) Bu çorbadan sen ne istersen onu çekip alacaksın. Ya da direk eksisi ve artısıyla lök diye çökecek beynine. Hepsini benimseyip, koşulsuz, bağnazca kabul edeceksin. Ki kendini nasıl görürse görsün (bağnaz diye yaftalanlar değil, süzgeç kullanmayan herkes) öyle yapan herkes bağnazdır arkadaş. Giyimi, ideolojisi, vizyonu beni bağlamaz. Bunlarla işimiz yok. Akılla işimiz var akılla. Sen aklını kullanıyorsun okuyucu. İnsanlara da öğret bunu. Hadi hepimize kolay gelsin. Bu baş ağrısıyla, yanlış anlaşılmaya sebep verecek bir şey yazdıysam veya yazımda hata yaptıysam kusura bakma. Sevgilerimle.

Ayna Ve Boşluk



Bu yazıya nasıl giriş yapacağımı düşünürken; birinciye tamamen zıt ikinci bir geldi aklıma. Durup düşünme fırsatı verdim ilk fikrin sahibine. İkinci fikre "Haklısın." dedi, haklıydı gerçekten. İlk fikrin sahibine izin verseydik yine insanlara ateş püskürecek, sırlı tarafını kendisine tuttuğu bir aynayı insanlara çevirecekti. Her neyse şimdi öyle bir ayna tasarladı ki o, hangi açıdan bakılırsa bakılsın gerçeklere ait bir şeyler gösteriyordu.

Hepimiz yaşamımıza, davranışlarımıza, duygularımıza dair geçerli sebepler sunarız. Yaptığımız her şeyi kendi nezlimizde geçerliliği olan bir sebebe bağlarız. Bunların bir kısmı da -hatta çoğunluğu- insanların davranımız hakkında ne düşündükleri ve ne tepki verecekleridir. Bu durum öyle bir hal alır ki hayatlar kısır döngüler içine girer. İşler otomatikleştiğinde ise tamamen çevre odaklı yaşayan makineler haline geliriz.

Peki şunu rica etsem sizden, öncelikle kendinize ne zaman kendi isteğiniz doğrultusunda hareket ettiğinizi sorun. Gerçekten açık sözlü olun, kendinize yalan söylemek işleri olduğundan daha iyi yapmayacaktır emin olun. Bunu yaptıktan lütfen az sonra soracağım soru üzerine biraz düşünün.

Eğer bir süreliğine tek başınıza boşlukta veya sınırları olmayan bir alanda yaşamaya başlasaydınız durum nasıl bir hal alırdı, mantığınız ne söylerdi veya o zaman dilimi içinde neye göre hareket ederdiniz?

Lütfen bunun cevabını arayın ve şimdiki "kendi" nizle kıyaslayın.
Ben sadece bir kavurma-pilav hayal ettim, kavurması pilavından daha fazla olan... Khantura

Kibir ve Dünyayı Yöneten Beyinler

Geçmiş çağlarda insanlar hep kendi sorunlarına çözüm aramışlar, kendi işlerine yarayacak durumları yine kendileri kendi üzerlerinde denemişlerdir. Bu tıbbi bir müdahaleden tutun da, baş ağrısı için birinin kafasına delik açmaya çalışmak kadar her şey olabilir. Fakat günümüz bu konuda her çağdan, her durumdan farklı bir halde. İnsanlara ulaşmak ve onlara bir şeyler aşılamak o kadar kolaylaştı ki; büyük beyinler kendi üzerlerinde deney yapmayı bir kenara bırakın, insanlar üzerinde faşist deneyler yapacak duruma geldiler.

Ama burda kabahati onlarda aramak yanlış olur. İnsanlar da bu tarz şeylere yol verecek kadar kibilerine yenik düştüler. Bakın aptallık değil bahsettiğimiz şey, cahillik değil, boş bulunmuşluk değil; kibir. Neden mi günümüz insanı belli bir eğitim sistemine tabiydi. Ve şunu öğrendi önce, bir fikrin en iyi şekli birinde mutlaka bulunur. Ardından bu fikrin en iyi hali ben de demeye başladı.
Ve bunun getirisi: "Ben zaten bunu biliyorum, senin söylediğin saçmalık." oldu. Yani inkar. Neden mi? Çünkü insanoğlu bildiğinin dışında bir gerçeği kendine yediremez oldu. Kandırıldığını hiçbir zaman kabul edemedi.
İnsanlar bildiği otoritelerin, bildiği tabuların dışında bir şeyi anında dışlar oldular.
Şimdi biri çıksa ben aspirinin şu açıdan zararını buldum dese, neredeyse linç edecek insanlar çıkacak. O derece yani :D Tamam tamam abarttım. Ama insanlar yadırgıyorlar.
Diğer bir husus da medyada güven veren insan meselesi.
Ben şunu bilirim bizim memleketimizde laboratuvarlarda aylarca hatta yıllarca belli aşamalardan geçen ilaçlar, bilmem neler bile bi süre sonra sorunlu bulunup toplanırken, ben şöyle günde 5 kilo garpuz yedim de kilo verdim ben günde bilmem ne otunda yarım kilo yedim de şu hastalıktan kurtuldum diyen insana inanmak bana pek doğru gelmiyo. Ki bu söylentiler doğrultusunda bebek büyüten bile var ya o derece.
Şimdi açık konuşalım. Gerek yok "Ekşici" tribine girip de ben belgesel izlerim caz dinlerim havalarına girmeye. Benim evimde karasal yayın var 3-5 kanal çekiyo zaten.
Geçen sabah geçtim tv karşısına. Bi açtım bi tane sabah programı. Şu şarkıcıların sunduklarından. Adam orda işte organik hayata geçelim şöyle yapalım böyle yapalım falan diyo. Yok otlar yemekler bitkiler her şey ortaya karışık. Az çok bilirsiniz sabah programı temasını işte. Biraz ondan biraz bundan çorba gibi işte.
Bi genç bayan arıyo ve aynen şunu söylüyo: "Ben ...... annesiyim" yani burda demek istediği şu sen ne dersen ona göre çocuğumu büyütürüm ben. Be akıllı bu kadın Michael Jackson gibi günde bi kere bebeğinizi balkondan sallamayı ihmal etmeyin dese onu da mı yapacan.
Bu lafı duyan mama şirketi ne yapar biliyo musun? Hemen ürünlerinde kalite düşürmeye gider, reklamında da o senin aklına uyduğun kişiyi oynatır, sen de o mamadan bebeğine gidip koşa koşa kutu kutu alırsın. Anladın değil mi ne demek istediğimi?
Onun için azıcık aklını başına al da duruşun "Ben mantığım çerçevesinde hareket ederim" desin. Ve o koca beyinler seni kolayca kandıramayacaklarını görsünler. Görsünler ki onlar da akıllarını başlarına alsınlar.

Sesleniş

Bu yazıyı yazacağımı başka zaman düşünsem aklımın ucundan geçmezdi. Gecenin bu vaktinde kafamdan geçen şeyler hem kendime hem size belki bir sesleniş, belki de bir serzeniş olacak nitelikte.



Hep insanlara bir şeyler anlattım. Ne yaptığımı, neyin doğru olduğunu düşündüğümü, neyi sevdiğimi, neyi hayal ettiğimi, neyi gözlemlediğimi. Bu yüzden çokça alay edildim. Dışlandım. Lisede 4 yıl boyunca kötü espri yapan, her şeyi ciddiye alan, dalga geçmesini bilmeyen çocuk olarak kaldım. Sınıfımdan veya doğrudan okulumdan irtibatlı olduğum hiç arkadaşım olmadı. İnsanların benimle olan ilişkileri menfiydi.

Öğrencilerin büyük çoğunluğu okudukları dönemlerde daha sonra fikirlerini değiştirseler de öğretmenlerden nefret ederler. Koşulsuz not veren, kopya çekilmesine göz yuman öğretmenler kral; hakkını veren, idealist öğretmenler zebani ilan edilir. Öğretmenlere lâkâplar takılır, karikatürler çizilir vs. Ben onlardan olmadım. Öğretmenlerimin arkasından da konuşmadım. Arkasından konuşmaya yeltendiğim kişinin, gittim söyleyeceklerimi yüzüne söyledim. Pişman da olmadım. Bir insan neyi hak edip etmediğini veya başkasının gözünden nasıl gözüktüğünü bilmeli.

Şimdi ise her evin yolunu tutuşumda fırsat yakalamaya çalışıp okuduğum liseyi ziyaret ediyorum. Neden mi? Benim için gerçekten özveride bulunan insanları görmek için. Beni hatırlayan, bana gülümseyen, özellikle de "bana ismimle hitap eden" kişileri görmeye gidiyorum. Benimle zamanında çıkar ilişkisi yüzünden irtibat kurmuş kişileri değil.

Peki neden insanlar bu tarz ilişkilere mecburlar? Neden bu kadar yüzsüzlük yapmak, sahte gülümsemeler sunmak zorundayız? Bence zorunda değiliz. Farklılığımız göze çarpmalı. Dürüst, dobra, gerçekçi olduğumuz için "farklı" demeliler bize. Hatta deli, kaçık, manyak demeliler.

Farklılık demişken; İlköğretim hayatım boyunca hep sınıfın en başarılı öğrencisi oldum. Öğretmenlerim beni desteklediler, potansiyelim olduğunu düşünüp yardımcı olmaya çalıştılar. Bunlar güzel şeyler değil mi?
Ama bana başka getirileri de oldu bunun.

Ben kıskançlık, nefret, haset ne bilmezken "arkadaşlarım" bana gelip sorular sormaya başladılar. Sanki test eder gibi. Açık aramak işleri olmuştu. Aldıkları kötü notlara beni örnek gösterdiler. "Anne o bile 3 almış." dediler. O kadar büyüttüler ki beni gören veliler: "Bu muymuş o?" diyerek şaşkınlık gösterdiler. O noktada bile "Ne bekliyodunuz ki?" demekten geri durmadım.

Peki nedendi bunlar? Neden insanlar bunları yaptılar? Çok matah biri miyim ben? Alakası yok. Şu an şu satırları okuyan okumayan kimseden farkım yok. Ama nedendi bu "ötekileştirme" çabası.

Şunu söyleyebilirim ki beni "farklı" kılan yine o insanlardır. Ben herhangi bir fark göremezken; olayı abartan, kekini de kabartan onlardı. O şöyle, o böyle diyen, şunu yapıyomuş da böyle oluyomuş, şurda şöyle yapıyomuş diyenler de onlardı.

Ne yazık ki harika öğretmenlerimiz olmasına rağmen çocuklarının başarısını salt öğretmenlere bağlayıp, çocuklarının okullarını değiştiren de onlardı.


Peki neden? Ne çok neden diyorum değil mi? Çünkü sormaktan korkmuyorum. Korkmamalıyız. Sormaktan, söylemekten, göstermekten korkmamalıyız. Yoksa insanlar bize görünmez elbiselerin varlığından bahsetmeye devam ederler. Sanki her gün görünmez elbise görüyorlarmış gibi.

Korkumuzu yenmeliyiz. Yazdıklarımın birçok kişi tarafından okunduğunu bilmeme rağmen kimse gelip bana bu konuda bir şey sormadı.

Yaklaşık 2 yıl süreyle saç uzattım. Kimi tepki gösterdi, kimi yakıştırdı. Ama hiç kimse bana neden bunu yaptığımı sormadı. Siz sorun, söyleyin, gösterin. Korkmayın siz doğru yolda olduktan sonra bir şekilde ödülünüzü alırsınız. "İnsanlar ne der?" ci olmaktansa doğru olun. Milletin ağzı torba değil. Bırakın konuşsunlar. Ama bir yerden sonra göreceksiniz ki söyledikleri her ne kadar sizi yeriyor gibi gözükse de onların seviyesini aşağı çeken şeyler olacak.

Korkmayın, doğruyu kovaladıktan sonra, hayalleriniz sizin olduktan sonra koşmaktan korkmayın. Elbette sizinle birlikte koşanlar olacaktır. Çünkü yalnız değilsiniz. Sevgilerimle.

Gece

Gece... Her şeyle gelebilir insana.
Küçük bir çocuk onu dolabındaki hayaletle bilir veya açık kapının ardındaki karanlıkta gezinen hayaletle.
7 yaşında bir çocuk okulun ilk gününe doğacak güneş olarak bilir, heyecanlı ve uykusuzdur.
İlk defa aşık olan çocuk ertesi güne uzanan uzun yol olarak bilir geceyi.
Veya bir genç ilk terkedilişin üzerine gelişi ve karabasan olarak bilir.
Başka bir genç sınava giden uykusuz ve kısacık zaman olarak bilir.
Genç adam doğacak güneşin yepyeni bir güneş olacağını bilir.
Başka bir adam kurtarılacak yeni insanlar olarak bilir, sarılır kalemine...
Orta yaşta bi bayan tüm yorgunluğuna rağmen çocukları için rızık olarak bilir onun üzerine doğacak güneşi.
Bir dede, torunlarına kavuşacağı güne erişen patika olarak bilir.
Seyyar tezgahında oyuncak satan amca onu çocuğu için umut, oyuncak verdiği çocuk için hayal olarak bilir.
Ve son anlarında olan bi insan oğlu ötelere uzanan bir kapı olarak bilir, körlerin göremeyeceği bir güneş olarak...

Acemi Yazar

Günümüz insanı gerçekten çok garip, gerçekten. Bi insan sorumsuzca, pervasızca davranışlarda bulunup, kişilerin davranışları, söylemleri hakkında yorum yapıp, ardından kendinin normal, kendi tabiriyle "diğerleri" nin anormal olduğunu söylüyorsa bence orda problem vardır.
Evet o "diğerleri" nden biri benim. Aşırı realistim. Evet kendimi tanımlayış şeklim bu. Üniversitede matematik tabanlı birçok dersi verememiş olmama rağmen tüm yaşantımı, gördüklerimi, hissettiklerimi matematiğe dökmem bunu söylememin sebebi.
İnsanların sadece aradıkları şeye "bilim" dediği bi dönemde; inançta, duyguda, rüyada, ruhta, ailede, devlette, uzayda, ilahta, aşkta, doğada, zihinde bilimi gören bi adamım. Bunu söylerken kendimi övdüğümü düşünmeyin. -Ki eğer öyle düşünüyorsam onu düşünen nefse tüküreyim ben.- 
Kendimi övmek için söyleyemiyorum çünkü bu benim sosyal hayatımı olumlu etkileyen bi şey değil. 
Eğer her konuda açıklamanız varsa ve her şeyin detayına giriyorsanız insanların gözünde ya aşırı cahil, ya aşırı yobaz, ya da delisinizdir. Ben sonuncuyu tercih ediyorum. Çünkü daha önce her dönemde sonradan kıymeti anlaşılan insan gelmiş ve dönemi insanları onları anlayamadıkları için deli deyip geçmişler;  hatta geçmeyi abartıp ezip geçmişlerdir.
Benim ümidim de onlardan biri olabilmek.
Çünkü ben bi yazarım.
Ama yazacağım şey o kadar karmaşık ve ben o kadar yolun başındayım ki ne yazacağımı anlatmaktan başka bi şey yapamıyorum.
Sadece bu yazdıklarımın birer adım olabilmesi için dua ediyorum.
Şimdilik söylemek istediklerim bu kadar.
Yine ben :)
Sevgilerimle.

Ne Nerdeyim?

İnsanoğlu olarak gerçekten çok cüretkarız. Tarih söylüyor bunu. Diyor ki bize: "Bugüne kadar çok fazla şey iddia ettiniz. Ama hepsi boşa çıktı. Onun için daha fazla çabalamayın bazı şeyler için."
Örneklerim biraz rutin olacak ama varacağım nokta bence okuyucularımın bi kısmının hoşuna gitmeyecek. İnsanoğlu bu zamana kadar kendi idrak sınırlarının dışında olan her şeye bi kılıf buldu. Buna yıldırım savuran Zeus, Bereket dağıtan Budizm Tanrıları, güneşi doğurup batıran Ra gibi örnekler gösterilebilir.
Yine aynı idrak dünyaya düz, evrenin merkezine dünya, evrene sabit büyüklükte dedi. Hatta şu anda da bunların içinden bazı şeylere hâlâ inananlar vardır.
Patent Enstitüsü de zamanında: "İcat edilecek şeyler icat edildi. Yeni bi şey bulunamaz.” demişti.; "Televizyon ilginç bir şey ama insanların buna saatlerce bakacağına inanmiyorum." Diyenler de olmuştu. Ama hepsine cevabı yine zaman verdi.
Şimdi ben inancım gereği bi kaç örnek vericem ve bu bi başkasının ağzından olacak: "Bu sipsinin bile bi tasarımcısı var, evren nasıl yaratıcısız olur." diyor arkadaş dalga geçerek. Neden peki?
Ben şuna inanıyorum. Bazı insanlar bunu okuduklarında zırnık etkilenmeyecekler. Hatta nefret duyacaklar bana karşı. Ama bu insanlardan bi kısmı yıllarca içlerindeki o incecik ipliğin nereye vardığını bulamayacaklar, ararken tavşan deliğinde kaybolacaklar. Hatta son noktada bazı insanlar bu boşluğun nereye varacağını bulmak için "ölmeyi" deneyecekler. Ama aslında o kadar uzaklara gitmeye hiç gerek yok. Hani her yerde aradığın o anahtar aslında çalışma masanın üstündedir ya. Cevap da o öyle. Önünde duruyor aslında. Hatta önünde de değil. İki gözünün tam üstünde, hipotalamusun önünde, nöronların arasında kıvranıyor. Hatta İslam dini üzere olanların söylediği gibi "Şah damarlarımızdan daha yakın" bizlere. Bunun doğruluğu insanlar nezlinde tartışılır tabii ki. Ama ben insanlardan uzakta çok derinlerde asıl gerçeğin barındığına inananlardanım.
Çok uzakta dediğime bakmayın sakın. Bazı beyinler o uzakları yakın edip gerçeği tam da buraya dünyaya getirebiliyolar. Yeni doğmuş bir çocuğun çevresine saçtığı mutluluğu yaşatıyor onlara.
Peki Khan neden bu kadar karmaşık bu gerçeklik derseniz, kuantumcular çok güzel bir itirafta bulunuyorlar bu konuda: "Şimdi, şu zamana kadar gerçek olduğuna inandığımız şey, gerçek olmadığını düşündüğümüz şeyden daha gerçek değil" diyorlar :) Umarım anlatabilmişimdir derdimi. Sevgilerimle.
Saçlarım seyrek, dibi gözüküyormuş. Bırakın gözüksün diyorum. Belki birileri için içini görmek daha kolay olur.
Evet, sanırım benim için kriter bu: "Bilgi". Ama ham bilgi değil, akıl tarafından işlenmiş bilgi.
Bazı insanların beni anlamasını beklemiyorum, bunun için çabalamıyorum da. Fikir parçacıkları saçıyorum çevreme, birleştirme başaranlar zaten beni anlamış oluyorlar.
Derin insanların hareketlerinin tutarsız olması bile mantıklı, değil mi? :) Bazılarının artık başkalarını eleştirmeyi bırakıp, kendilerine bakmaları lazım. Minibüs yolculuklarını seviyorum, o kadar insanın içinde tefekkür edebilmek güzel... Okuyucu, öncelikle sana okuyucu dememden hoşnut değilsen haber ver olur mu :) Bu aralar beynim bir söz makinası gibi. Yardırıyo valla. O yüzden başlıksız olarak kısa kısa geçicem sözlerimi. Sevgilerimle.

Blindness

Dear reader, this is my first experience with english. So sorry for my poory english. I know you will ask: "Why did you decide write an essay in english?" I decide, because some of my friends want that. And this one about blindness of people of  the world.
People always talking about freedom and always saying need more and more. And i always see somebody criticizing each other about making propaganda of religion, politics and something else. But they are blind on something: When they saying these things, making other advertises: Sin and indeceny. And they saying we are free we can talk about that. So why criticize to other people for their decisions?
So dear, you can say to my undear unreader: "Hey, when criticize someone first look at yourself and think twice, ok?" and blink your eye to him :) Sincerly.

Not Defteri

Selam okuyucu,
Bugün fena bi şey oldu. Yaklaşık 4 saatlik bi otobüs yolculuğu yaptım. Tabi her zamanki gibi kalemim boş durmadı bi şeyler karaladım. Havaya girdim, nefsimi körükledim, yazar edası falan. Artistlik yaptım anlayacağın kendi kendime.
Dün de sözler falan yazmıştım aynı deftere o kadar hoşuma gitmişti ki bilgisayara geçirmek için sabırsızlanıyodum. Ama tam otobüsten indim ve eve geldim ki not defterimi düşürdüğümü farkettim, aceleyle defteri cüzdanımın olduğu cebe attım ve ardından nasıl olduysa düşürdüm.
İşte okuyucu benim de havamın bedeli bu oldu. Senin için yazmamam kendim için yazmamın bariz cezası. Açık konuşmak gerekirse nefsime yenik düştüm. Ama seni daha fazla düşünmem için iyi bir teşvik bu okuyucu. Hep sana dair yazmam için bir işaret. Seni beslemek, zamanı geldiğinde de inşallah senden geri besleme almak. Her şey bundan ibaret. Hayırlısı olsun diyelim. Sevgilerimle.

Aklı Kullanmalı

İnsan bazen kendine çok güveniyor. O kadar çok güveniyor ki, sanki en ufak bi olaydan etkilenen o değilmiş gibi, ömür boyu garantili düdüklü tencere gibi zannediyo kendini. Halbuki önemli olan kendini büyük göstermek değildir herkes bilir. Özeleştiridir asıl erdem olan. Beni bu üzer, ben bundan etkilenirim demektir. Bu şekilde insan eksiklerini bilir, ona göre kendini yetiştirir. Ama insanımız "delikanlı" ya, yıkılmaz hep ayaktadır. Varacağım noktayı bi örnekle açıklayayım: Dün gece bi kaç vatandaş alkol almışlar ve birbirlerine girdiler gözümün önünde. Ama bu arkadaşlar eminim ki, hiç bi şekilde yıkılmayan, herhangi bir şekilde dalgınlığa bile düşmeyen (!) arkadaşlardır. Neden diyemiyoruz ki ben bunu aldığım zaman kendimi kaybediyorum. Bu benim için hayırlı değil diye? Aklını aktif olarak bir kişinin kesinlikle aklının bir an bile bulanmasına tahammülü olacağını sanmıyorum. Bunu bilenler bana hak vereceklerdir. Eğer yaşam kalitemizi artırmak istiyorsak, bir vizyon sahibi olmak istiyorsak kesinlikle bu şekilde sınırlarımızı belirlemeli ve kendi kişisel aktivitelerimizi belirlemeliyiz. İşte böyle okuyucu, hayat boş değilse, insanın bir amacı varsa mutlaka kendi yolunuz çizmelidir. Sevgilerimle.

Boşluk: Varlığın Değil Yokluğun Cazibesi

Dostum beri bak.
Ne görüyorum bu millette biliyo musun? Bastırılmışlık. Öyle esprilere konu olduğu veya ekranlarda bas bas bağırıldığı gibi falan değil. Kundağa sımsıkı sarılmış çocuğun hissettiği gibi, düğünde oynaması için zorla kaldırılmış birini hissettiği gibi. Gerçekten öyle.
İnsanlara zorla şunları yaptırıyorlar, bunları yapmaya yöneltiyorlar, bunlarsa benim kendi seçimim diyenlerin hissettiği bir baskı bu. Bu insanlar dışarıda onların tabiriyle gayet "cool" ve " free" takılırlarken içlerinde hissettikleri bastırılmışlıktan bahsediyorum.
Adını vermeyeceğim bi online sözlük -ki hemen hangisi olduğunu anlayacaksınız- açık açık ortaya koydu bunu. Çevrelerine gayet özgür ve rahat gözüken insanlar bastırılmışlıklarından arınmak için bunun gibi yerlere sığındı.
Kaba, terbiyesiz denilecek hareketlerde bulunan erkekler, orasını burasını sergilemekten çekinmeyen kızlar böyle yerlerde popüler oldu. O meşhur her düşünceye saygı duyanlar, burda saygı duyuyorum dediklerine sövdü, susmak zorunda kaldıklarına ise kinlerini kustular.
Bir kez daha acıdım insanlara. Neden dedim? Neden özü sözü bir dosdoğru olamıyorlar? Olamayacaklar. Arayıp arayıp bulamayacaklar. Neyi mi? İçlerinde hissettikleri o derin boşluğun sebebini... Sevgilerimle.

Penisilin

Bi önceki yazımı kesinlikle tamamlamadım. O yazı tamamlanmaz hiç de bitmez. Hani annemiz bize hep nasihat eder ya. Hep eder; o gitse bile resmi eder, anısı eder, yolda gördüğün onu hatırlatan biri eder. O yazı da öyle işte.
Her ne kadar yöneldiğim alan bi şekilde edebi yanımı törpülemiş olsa da yavaş yavaş anlatmaya çalışacağım düşüncelerimi. O yazının başlığını bulmam bile çok kolay olmuştu. İnan bu yazının başlık kısmı şu an boş duruyor, hâlâ ne yazacağım bilmiyorum. Bunda Kerâhat vakti uyumamın etkisi var kesinlikle. Sen sen ol ey okuyucu, Kerâhat vakti uyuma. Neden diye sorma bana, çünkü bir müsibet bin nasihatten iyidir. Bi uyu dene sonra anlayacaksın neden uyumaman gerektiğini. Neyse fazla uzaklaşmadan konumuza dönelim.
İğne demiştik hatırladın mı. Düşünce taşıyan iğneler. Ben bu yazıyı yazarken bana yapılan düşünce iğnelerinin etkisinde yazıyorum. Bunu yazabilmek benim için büyük mutluluk, çünkü bazı şeylerin farkında olmak benim için gerçekten çok önemli. Aynı zamanda bu yazının da kendisi bi iğneden ibaret. Ben sana şifa olsun niyetiyle yazıyorum ama sende ne reaksiyon gösterecek bu daha önemli. Sonuçta şifanın da zehrin de kaynağı aynı, tek mesele "Reaksiyon" zaten.
Penisilin bilir misin? Bi çeşit antibiyotiktir. Çok güçlü bi antibiyotik. Ben zamanında faydasını çok gördüm mesela. Peki hammaddesi nedir biliyo musun? Peynir Küfü. Ne kadar manidar değil mi? İşte aynen öyle bi şey. Ama düşünce de bi değişiklik var.
Sen her ne şekilde olursa olsun ham olarak alıyorsun bilgiyi, düşünceyi. Sonra bir şekilde ister küf olarak öylece bırakıyorsun sana faydadan çok zararı dokunuyor, ya da penisilin yapıyorsun şifa oluyor tamamen sende bitiyor iş. Neden mi? (Bi ara vereyim hala kendime gelemedim. Siyah çay gibisi yok valla ya.)
İnsana bahşedilen mükemmel bi hediye varsa o da akıldır, idraktir. O kadar mükemmeldir ki sana dünyayı zindan eden de odur, dünyada cenneti veren de odur. Araştırılmış bi gerçektir ki aklımız vücudumuzun kimyasına şaşırtıcı bi şekilde etki eder. Kanseri yenebilir, bi anda düşük tansiyonu yükseltebilir, hatta bakışlar aracılığıyla cisimleri bile hareket ettirebilir.
İşte sevgili okuyucu sen böyle bir akla sahipsin. Her şey senin elinde yapabileceklerinin sınırı tamamen sensin. Boşuna demiyorlar insanın önündeki en büyük engel kendisidir diye. Bunun üzerine bir düşün devamı gelecek. (Düşüncelerim küçük bi çocuğun odasına saçılan oyuncakları gibi akıl odalarıma saçılmış durumda o yüzden şimdilik kısa kesmek zorundayım.) Sevgilerimle. 

Olmuyor Be Dostum...

Bu yazıyı yazarken bi kişiye yazıyomuş gibi yazıcam ve o da okuyacak ama kızım sana söylüyorum gelinim sen anla ya dönecek iş. Benim gelin öyle bi gelin ki bu dünyaya kazara veya bilerek (!) gelmiş herkes benim gelinim neden mi? Herkes bu yazıya müdahildir, herkestir bu yazının kaynağı. Sen şimdi diyeceksin ben değilim ulan var mı bi diyeceğin. Son günlerde aldığım gazla ben bile demedim sen de deme. O pislik, her şeye sarkan nefsine yıllardır yapmadığını yap; bi tokat patlat suratına bırak kendi zindanına çekilsin, sen de kendinle baş başa bi otur bi dertleş gerçekleri söyle kendine ayna karşısında konuşuyomuş gibi.
De ki artık: Ben de bi düzenin parçası oldum. Ben de her gün televizyondaki reklamları izliyorum. Ben de cnbc-e nin dizilerine hemen sarılıp popimi yükseltiyorum. Herkesin içinde hava atacak bi şey arıyorum. Ben de içten içe: "Elalem ne der diyorum." de. De bunu ya. Kendi kendine dürüst ol. Bana olma, anana, babana, sevgiline veya başka birine değil. Sadece kendine ve kendin için dürüst ol. Eee Khan zırvalama artık diyosun farkındayım. Varacağım yer şu. Dinin, dinsizliğin, ideolojin, yaşam tarzın, sevdiğin yemek, nöronlarından sapır sapır akan impulsların bile bazılarının "iğne"lerini içeriyo.
Neden iğne diyorum biliyo musun. Her ne kadar kabusu olsa da bazılarının o iğne vücuda en kolay girecek ve en etkili şekilde bağlı olduğu şırıngadaki karışımı vücuda aktaracak şekilde tasarlanmıştır. Artık bu dünya da öyle bi hale geldi ki, insanların elinde düşünce karışımları içeren iğneler var. sen bi şeyi duyduğun, gördüğün zaman o iğne bi şekilde saplanıyo sana emin ol, ve o sıvı damarlarında dolaşmaya başlıyo. Ama burda işte sana gaz verecek bi nokta var.
Bunu unutmam çünkü vücudumda izini taşıyorum. Verem aşısının ilk dozu vurulduğu zaman bana bi süre sonra dışarı atmıştı vücudum. Doktor vücut aşıyı kabul etmiyo demişti. Anladın mı olayı. Vücuduna bi şekilde girdi o. Sen bunu bi şekilde ya sindireceksin, ya da atacaksın. Emin ol bunu öğreneceksin. Benim de yazılarım yardımcı olacak sana umarım. Sevgilerimle.
Geçenlerde Facebook üzerinden bi söz paylaşmıştım. İnsanların sürekli bizlere bi şeyler aşılamaya çalışmasıyla ilgili. Bu konuda çok garip bi tespitim var. Reklamcılar bilir Coca Cola, McDonald's gibi büyük markalar insanları farklı yönlerden vururlar. Renk kombinasyonları, mutlu ettiği iddia edilen yemekler gibi. İnsanların gözüne sokarcasına böyle çalışmalar yapılmasına rağmen gururdan mıdır bilmem; insanlar inatla basın yayın organlarında, yaşanan polemiklerde geçen konuların, düzenlemelerin sadece basit düşünceler ve tesadüfi sıralamalar olarak görüyorlar ve bunu savunuyorlar. Ama bu kimsenin suçu değil. Bizler bu aşılamaların içinde büyüdük, aynı zamanda da gururlu yetiştirildik. Kabul edemezdik bu gerçeği değil mi?! Ama bazı şeyleri görmenin zamanı geldi. Artık bilinç sınırsız bir uyanıklıktan geçmiş durumda. Artık nerelerde kandırıldığımızı, hangi klipte hangi sapık düşünceye ait ritüeller olduğunu, hangi reklamda insanları kendine çeken "sihirli" öğeler olduğunu anlamakta. Haydi ülkem insanları göreyim sizi. Bizi birer kobay gibi görüp her türlü psikolojik etkiyi üzerimizde deneyenlere bi şeyleri göstermenin zamanı geldi. Sevgilerimle :)

Gelişen Teknoloji Hayatı Sadece Kolaylaştırıyor Mu?



Hızla gelişen teknoloji sayesinde her şey saniyeler içinde önümüze seriliyor. Kitle iletişim araçlarında yayın ve yayım kolaylaştı, internet hemen hemen her yerde… Peki bu gelişmeler hayatımızı sadece kolaylaştırıyor mu?

Telefon teknolojisi teknoloji gündeminin temel öğelerinden bir tanesi. Alışık olduğumuz masaüstü veya dizüstü bilgisayarlara neredeyse ihtiyaç kalmadı. Tüm dijital ihtiyaçlarımızı telefonlarımız karşılar duruma geldi. Bu da bütün bilgilerimizin bir tek cihazda toplanması anlamına geliyor. Zaten bir çok iletişim bilgimizi barındıran telefonumuzla sosyal paylaşım sitelerinde geziniyor, online işlemlerimizi gerçekleştiriyoruz. Ama bu kolaylığın görünmeyen bir yüzü de var. Bilgi hırsızları telefonumuza ulaşmalarıyla birlikte artık hemen hemen her bilgimizi ele geçirebilecekler. Bu durum dijital güvenliğin önemini kat be kat artırıyor.

Bence şirketler model yarışının yanında güvenlik alanında da çalışmalar yapmalı çünkü bu gelişmeler kötü sonuçlar doğurabilecek potansiyele sahip…

Ülkelerin Yaptırım Yöntemleri De Değişti



Bir ülkenin, bir milletin herhangi bir konuda hemfikir olma ihtimalinin çok düşük olduğunun hepimiz farkındayızdır herhalde… Mutlaka muhalif düşünceler çıkacaktır, çıkmalıdır. Çıkmazsa sorun vardır zaten bir yerlerde… Çıkmazsa atgözlükleri anadan doğma verilmiş demektir o millete… Değineceğim konu işte bu muhalif olan kısım üzerine.

Ülke yönetimleri her zaman muhalif düşüncelere karşı cephe almış, belli yaptırımlar uygulayarak bu düşüncelerin gelişip güçlenmesini engellemek istemişlerdir. Daha önceleri muhalif düşüncelerin fikir sahiplerini, önde gelenlerini idama, hapse mahkum etmek, yargılamak gibi yöntemlerle başlayan bu yaptırımlar şu anda o düşünceyi tüm millete mal edip sosyal hakları milletin elinden alma noktasına kadar geldi. Artık ülkelerde internetler kesiliyor, baz istasyonları çalışmıyor, elektrik kesiliyor vs. Bir nevi İktidar belli kesimlerin cezasını halka kesiyor.

Peki nedir bunun sebebi? Ben açıklayayım: “Paranoya”. Çünkü kitle iletişim araçları düşünceleri bir virüs gibi çok hızlı bir şekilde yayabiliyor, beyinlerde çabucak filizlendirebiliyor. Ülke yönetimleri bunu çok iyi biliyor ve bu paranoyalarını bastırmak için kitle iletişim araçların müdahale ediyorlar. Artık aklıma şu soru geliyor : “Haklarımız nereye kadar engellenebilecek acaba?”

Geçmişten Geleceğe Tahminler

                Merhaba bugün 17 Temmuz 2017. Size gelecekten bahsetmek ümidimdi fakat biraz geçmişten bahsedip, gelecek için yapacağım tahminlere bir nevi referans vereceğim. Geçmişte gerçekleşen olaylar olduğu için tabii ki bunları önceden tahmin ettiğime dair hiçbir kanıt olmayacak elimde ama olaylara binaen aklımda kalanları mümkün olduğunca sizlere aktarmaya çalışacağım.
                Bu yaşadıklarım benim doğal gelişimimin bir sonucu. Halen öğretilebilir olması ve insanların anlayıp değer vermesi konusunda çalışmaktayım. Hadi başlayalım.
                Yıl 2004. Başarılı bir öğrenci olarak İlköğretimin 7. Sınıfına devam etmekteyim. Zaten daha sonra not ortalaması olarak ortalarda gözükmesem de o seneki OKS sınavında okul birincisi olarak kendimi göstermiş olacağım fakat konumuz bu değil.
                Okulun fen ve teknoloji kolundayım. O zamanlar şehrimizde birçok insan sobayla ısınıyor. Kalorifer sistemleri ise kömür kazanlı. Şehre henüz doğalgaz gelmemiş.
                O yıllarda biogaz adlı yakıtın olduğu ve yanabilirliği konuşuluyor sadece. Kimsenin aklına tesisleştirmek, bu neredeyse bedava enerjiden fayda sağlamak gelmiyor. Ben de bilime aşık bir çocuk olarak, hocalarıma bununla ilgili bir proje yapabileceğimi söylüyorum. Yapacağım basit bir prototipin dahi kıymet bilen ellerin teşvikleri ile devasa tesislere dönüşebileceğini hayal ediyorum.
                Elimden geldiğince sadece yanabilirliği ve depolama kolaylığını göstermek için yoğurt kovası, akvaryum hortumu ve o hortumlara ait vanalarla hazırladığım düzeneğe, tükenmez kalem ucundan bir nevi pürmüz yapıyorum. Ne problemi çıkıyor dersiniz? Tezek yok
J
                Şehirde yaşıyorum ve çocuk aklımla tanıdığım kimseden bana tezek temin etmesini isteyemiyorum. Fen bilimleri hocalarımız sadece dinlemekle kalıyor, neden bizim faaliyetlerimize katıldığını bile anlamadığım Fransızca hocam: “Yalçın gerçekten bok gibi bir deney bulmuşsun.” diyerek kelime oyunu yaptığını düşünüp gülerek benimle dalga geçiyor. Şu an biogazdan verim elde edenler ortada, hala büyük çapta faydalanılabilecek bir tesis yok. 2004 – 2017. 13 sene geçmiş ve durum bu şekilde.
                Şimdi başka bir konuya değinmek istiyorum. Biogaz konusundan bahsedip buraya atlamak belki de her konuda fikri olup, hiçbir şey yapmayan kişi izlenimi uyandıracak ama amacım sadece yaptığım öngörülere ve dünyada gelinen noktalara ışık tutmak. Devam ediyorum.
                Yıl 2008. O sıralar güçlü bir ülke miyiz, değil miyiz bunun hararetli tartışmaları dönüyor. Televizyonlarda ekonomi programları çok sık takip edilir halde. Ortada bir sorun yok. Dolar 1.20 TL düzeylerinde. Fakat gündemi takip edip, ekonomi haberlerini dinlerken bir şeyler seziyorum. Ne kadar saçma gelse de (bahsi geçen durumu anlattığım yeri de tarif edeceğim) okul dönüşü içinde olduğumuz minibüs şehrin otogarına yaklaştığı sıralarda şu şekilde bir ifade kullanıyorum: “Keşke elimde bir miktar para olsa. Ne kadar olduğunun önemi yok. Çok yakın zamanda dolar 1.20 seviyelerinden belki 30 belki 40 kuruş belki de daha fazla yükselecek. Düşünsenize elinde para olan zenginlerin bu şekilde bir artışa yatırım yaptıklarını. Servetlerine servet katarlar.”
                Piyasadaki dengesiz ve tedirgin duruş patlak veriyor. Dolar 10 gün içerisinde 1.70 seviyelerine tırmanıyor. Ülkedeki bazı yatırımcılar bunu sezip çoktan yatırım yapmış ve kar elde etmiş oluyorlar. Nasıl tahmin ettiğimi sorsanız şimdi dahi anlatamam. Ama hala her konuda hislerime güvenirim.
                Evde açık olan televizyondan, yolda yürürken insanların konuştukları konulara kadar birçok konuyu dinler, özümser ve sonuç elde etmeye çalışırım. Bugünlük bu alışkanlıklarım ve hislerim sonucu vardığım bu iki sonucu anlatmak istedim. Zamanla diğer öngörülerimi de anlatacağım.